Menü Kapat

Ahlakın Fıtrat Üzerine Etkisi

Serpil ÖĞÜT

FITRAT NEDİR?

Fıtrat, “yarma, ikiye ayırma, yaratmak, icat etmek” anlamlarına gelen fatr kökünden türemiştir. “Yaradılış, belli bir yetenek ve yatkınlığa sahip oluş” anlamındadır.

Terim olarak ise, Allah Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek hâl ve kabiliyette yaratması demektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Buhârî’de geçen bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Her insan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusî yapar.”

Yine Rûm Sûresi 30. âyette şöyle buyrulur:

“Öyleyse sen, Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak bütün varlığınla dine, Allah’ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”

FITRAT DEĞİŞKEN BİR YAPIYA SAHİP MİDİR?

AHLAKIN FITRATA TESİRİ VAR MIDIR?

Bu soruların cevabını birlikte bulacağız, inşallah.

Ahlak, Arapçada “seciye, tabiat, huy” anlamlarına gelen hulk kelimesinin çoğuludur.
İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünüdür.

Hadislerde ve klasik kaynaklarda iyi huylar ve faziletli davranışlar “hüsnü’l-huluk”, “mehasinü’l-ahlâk”, “el-ahlâküll-hasene” gibi tabirlerle; kötü huylar ve fena davranışlar ise “sûü’l-hulk”, “el-ahlâkus-seyyie” gibi terimlerle ifade edilmiştir.

Ahlak, dinden bağımsız ele alınabilir; ancak din ahlaktan bağımsız ele alınamaz. Çünkü ahlak, inancın bir uzantısıdır.
İslâm dini açısından ahlak, imanın dışa yansımasıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

“Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta)

İmam Gazâlî’nin İhyâ adlı eserinde yer alan,

“Din, güzel ahlaktır.”
hadisi de dinimizin nihai gayesini açıkça ortaya koymaktadır.

İbadetlerin gayesi bile güzel ahlakı yerleştirmek ve muhafaza etmektir.
İbadetlerdeki esas olan devamlılık, Sâni-i Hakîm’e yönelmeyi sağlar. Bu teveccüh itaati, itaat de “intizam-ı ekmel”i doğurur. Bu mükemmel düzenin davranış boyutu güzel ahlak olarak ortaya çıkar.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati şöyle ifade eder:

“Nübüvvetin gayesi, ahlâk-ı ilâhiye ve secâyâ-yı hasene ile tahalluk etmektir.”
Ve bunun da vazife-i beşeriyet olduğunu belirtir.


FITRAT VE AHLAK İLİŞKİSİ

Tuluat adlı eserinde Üstad Bediüzzaman şöyle der:

“Fıtrat-ı insan bir mezra hükmündedir ki, secâyâ-yı hasene temâyülât-ı şerriye ile beraber taneler gibi dest-i kaderle içine ekilmiştir. Bu taneler neşvü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşvü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habîsenin hey’et-i içtimaiyyesi verdiği tesir gibi…”

Fıtraten hayır ciheti galiptir; ancak sümbüllenip meyve veren on çekirdek, bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. Bunun çaresi, fitne kapılarını kapatıp suyu Hüda tarafından vermektir.

İşte, bu dünyada talimle tekemmül etmek için misafir olarak gönderilen insana, kemal noktasına ulaşma yolculuğunda iki reçete veriliyor:
Kur’an ve Sünnet.

Yaratılış ağacının en mükemmel meyvesi olan insanın mahiyetine sayısız istidat tohumları konulmuştur.
Günahlar, heva ve hevesin şeriat sınırları dışındaki arzuları, şer tohumlarının büyümesine neden olur. Bu da insanda ahlâkus-seyyie denilen kötü davranış biçimlerini ortaya çıkarır.

Fıtrattaki secâyâ-yı hasene tohumları ise ancak Hüda suyu ile sulandığında yeşerir. Fitne kapılarının kapanması, kaynağını Kur’an ve sünnetten alan güzel ahlak ile mümkündür.

Ahlak bakımından en faziletli olanı araştırdığımızda, ahlaki hasletler arasında tercih yapmak zor olsa da, en faziletlisine ulaşmak mümkündür. Üstad, ahlakın esasının takva olduğunu belirtir:

“Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahat ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssül-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.”

Yani önemli olan, hem şahsi dünyamızda hem de içtimaî hayatta ifsat eden unsurlardan uzak durmaktır.

Güzel bir hasletin, insana fıtrat olabilmesi ancak tahkikî bir iman ve sağlam bir ibadetle mümkündür.
İbadetlerde özellikle namazda istenen devamlılık, bunun hayat boyu süren bir süreç olduğunu gösterir.

İslam inancında tüm güzel ahlak ve hasletler, iman temeli üzerine bina edilmiştir.
O hâlde iman ne kadar sağlam ve kuvvetli ise, güzel ahlak da o nisbette güçlü olur.

Üstad 3. Söz’de şöyle der:

“Her hakiki hasenatın menbaı iman ve ubudiyet; her seyyiatın menbaı ise dalalettir.”

Tarih boyunca ahlakça en ileri olanlar, imanca da en ileri olanlardır. Bunun en güzel örneği, dost ve düşmanın ittifakıyla Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’dir.
Her dönemin en güzel ahlaklıları, peygamberler ve onlara tâbi olanlardır.

Buna göre güzel ahlak, insanın fıtratında mevcut olan kabiliyet tohumlarının yerli yerinde kullanılmasıdır.
Bu şekilde “ahseni takvîm” sırrı muhafaza edilir.
Sû-i ahlakta ise bu kabiliyet tohumları, heva ve hevesle veya enenin yanlış kullanılmasıyla yanlış sulanır.

İnsanın yaradılışı güzel ahlak üzeredir; ancak bu güzelliklerin ve cihazatın tekâmül etmesi gerekir.
Bu tekâmülün esasları Kur’an ve Sünnet, yani “Sırat-ı Müstakîm” yoludur.


SIRAT-I MÜSTAKİM VE İSTİKAMET

İşârâtü’l-İ’caz’daki tespite göre Fâtiha Sûresi’nde şöyle denilir:

“Evet, nasıl bir yerden bir yere giden yolların en kısası en doğru olanıdır; aynen öyle de maneviyatta ve kalbi mesleklerde en doğrusu, en müstakimi en kısa ve en kolay olandır. Ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa ve en selametli yol da sırat-ı müstakimdir.”

Bu istikameti tüm kuvve ve duygularımızda isteriz; zira davranışların arkasında fıtraten sınır çizilmemiş hissiyatlar vardır.
İnsana hudut konulmamıştır; çünkü o, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine aynadır.
Bu hissiyatlar şer’î bir çizgiyle sınırlandırılmazsa, sû-i ahlakın her mertebesi ortaya çıkar.

Bu ifrat ve tefrit halleri, hem şahsi dünyamızı hem de aile ve toplum hayatını ifsat eder.
Üstad şöyle der:

“İnsan hırs ile bütün dünya ona verilse ‘hel min mezîd’ der. Hodgâmlığıyla kendi menfaati için binlerce adamın zararını kabul eder.”

Ahlak-ı seyyiede hadsiz derecede inkışaflar vardır; Nemrut ve Firavun derecesine kadar giderler.
Ama ahlak-ı hasenede de hadsiz terakkiyat mümkündür; insan enbiyâ ve sıddıkîn derecesine yükselebilir.

Risale-i Nur’daki bu muvazene bize gösterir ki, Kur’an talebesinin sahip olduğu ahlaki hasletlerin temeli Allah’a bağlılıktır.
Felsefe talebesinin ahlakı ise nefsine, menfaatine ve şehvetine dayanır.


FELSEFE VE KUR’AN TERBİYESİNİN KIYASI

Felsefenin verdiği terbiye:

  • Nefs ve hevasını ilah edinir.
  • Menfaati için en değersiz şeye ibadet eder.
  • Menfaatli her şeyi kendine rab tanır.
  • Mütemerrid (inatçı) ve muannittir.
  • Lezzet için nihayetsiz zilleti kabul eder.
  • Cebbar ve mağrurdur.
  • Kalbinde dayanak noktası olmadığından, acz içinde cebbar bir hodfuruştur.
  • Gayesi, nefsin ve arzuların tatminidir.

Kur’an terbiyesini alan talebe ise:

  • Bir abd’dir.
  • Azam-ı mahlûkata ibadete tenezzül etmez.
  • Cennet gibi büyük menfaati bile ibadet gayesi yapmaz.
  • Mütevazı, halim, selimdir.
  • Allah’tan gayrısına, daire-i iznin dışında tezellül etmez.
  • Fakir ve zayıftır; fakr ve zaafının farkındadır.
  • Malik-i Kerîm’inin lütfuyla müstağnidir.
  • Seyyidinin kudretine istinad ettiği için kavîdir.
  • Amelini yalnız “li vechillah” için yapar.

AİLE VE TOPLUM HAYATINA YANSIMALAR

Eğer bir ailede “Firavun meşrep” bir fert varsa, yalnızca kendi menfaatini gözetir.
“Kavvam” olması gereken reis, cebbar ve kibirli davranır, diğerlerinin hukukuna saygı duymazsa huzur kalmaz.
Buna karşılık, halim selim, ailesini emanet gören, kulluk bilinciyle hareket eden bir fert, saadetin teminatıdır.

Kur’an terbiyesi, aileyi bir savaş meydanı değil, bir emniyet limanı hâline getirir.

Üstadın ifadesiyle:

“Aile, insanın tahassüngâhıdır; kaçılacak değil, sığınılacak yerdir.”

İçtimaî hayatta felsefenin esası:

  • Dayanağı kuvvettir.
  • Gayesi menfaattir.
  • Hayat düsturu cidaldir.
  • Cemaatlerin bağı menfi milliyettir.
  • Neticesi, hevesatı nefsaniyenin tatmini ve beşerî ihtiyaçların çoğalmasıdır.

Bu yüzden beşerin saadeti selb olmuştur.

Kur’an terbiyesi ise:

  • Dayanağı haktır.
  • Gayesi fazilet ve rızâ-yı İlâhî’dir.
  • Hayat düsturu teavündür (yardımlaşma).
  • Cemaatlerin bağı dinî, sınıfî ve vatanî rabıtalardır.
  • Gayesi, nefsin taşkın arzularına set çekip ruhu yüceltmek ve insanı kemalâta sevk etmektir.

Bu, dünyevi saadetin ve uhrevi kurtuluşun anahtarıdır.


HAKİKİ TERAKKİ VE AHLAKIN TEMELİ

İşârâtü’l-İ’caz’da şöyle denilir:

“Ruhun terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişafını telkih eden şeraittir; vücut veren teklif, hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden dinlerdir. Eğer bunlar olmasaydı, insan hayvan olarak kalırdı.”

Demek ki insanın ruhî tekâmülünü sağlayan unsurlar peygamberler, teklif ve dinî ilhamdır.
Bunu kendi iradesiyle kabul eden insan, hem şahsî saadeti hem de nev’-i beşerin saadetine vesile olur.

Üstad, 26. Mektup’ta şöyle der:

“Dua ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe de meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”

Ahseni takvîm sırrı, insanın kendisine verilen kıymetli cihazları “Hüdâ suyu” yani iman, İslam ve ubudiyetle sulamasıyla korunur.
Eğer bu cihazlar nefsin emrine girerse, “heva suyu” ile sulanır ve insan “esfel-i sâfilîn” derekesine düşer.


SONUÇ

Netice-i kelam:
Eğer nefsi ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin.
Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen, a’lâ-yı illiyyîn mertebesine çıkarsın.
Ve böylece kâinatın güzel bir takvimi olursun.

Vesselam.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir